GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com
Ülkemizde tiyatro ve sinemada dindarların varlığı öteden beri 'sorun'lu bir başlık. Hem teknik hem de ideolojik anlamda bir sorun bu. Cumhuriyet tarihi boyunca beyazperdeye yansıyan ve tiyatro oyunlarında karakterize edilen Müslümanların genellikle 'olumsuz' tipolojiler olması bu işin bir boyutu. Diğer tarafta ise Müslümanların sinema temsili konusundaki kafa karışıklığı var. Türkiye'deki dindarların bir kısmı, daha çok taassup sahibi kesimler ekranda, beyazperdede ve tiyatroda melekvâri, günahsız, pirü pâk bir temsilden yana.
Dizi ve sinema sektörünün uzun yıllar ya çatışma unsuru olarak gördüğü yahut laik histeriden dolayı uzak durduğu yurdum Müslümanlarının hiçbir anlatıda yer almayışı da ayrı bir garabet-ti. Zaman değişti, herkes bir nebze ideolojik saplantıların nasıl hastalıklı bir hâl olduğunu fark etti ya da yeni neslin bakışı ülkeyi bu noktaya getirdi.
Netflix'te birkaç yıl önce gösterilen Bir Başkadır dizisi anlamlı ve özeleştiri barındıran esaslı bir öncül olarak çok dikkat çekti, konuşuldu, tartışıldı. Makul bir bakış açısıyla yazılan senaryoların toplumsal kesimlerin birbirini anlama çabası için ne kadar gerekli olduğu görüldü. İlk adımın seküler mahalleden gelmesi de manidardı.
ANLATMAYANIN HİKÂYESİNİ ANLATIRLAR
Gerçi Takva filmi, tıpkı bugün olduğu gibi bazı dini-darları fazlaca rahatsız etse de sinema perdesinde Müslümanların modern ve seküler hayat karşısındaki imtihanını anlatması bakımından sinemada önemli bir başlangıçtı. Ara ara yan karakter olarak kimi filmlerde dindarlar görünse de kimse bu tartışmalı alanda gerilim yaşamak istemedi. Muhafazakar kimlikli yapımcı ve yönetmeler 'iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır' ikazına kulak vermektense kahramanlık hikâyeleri çekmeyi ya da 'makbul' sinemacı kabul edileceği işler yapmayı seçti.
Dizi sektörü her dönem elverişli bir 'rating' malzemesi bulmakta zorlanmaz. Kimi zaman doktor, kimi zaman polis dizileri, bazen ağalı, konaklı işler, Egesi, Karadeniz'i ama ille de Arap dünyasında garanti alıcı bulacak bol İstanbul manzaralı zengin yalılarda geçen senaryoları tezgâha sürer. Eh son iki, üç sezondur da başlangıçta 'terapi alma imkanı olmayan halka yaşadıkları psikolojik problemler konusunda farkındalık kazandırmak' gibi iyi niyetli bir amaca hizmet etmek üzere ekrana taşınan işlerin de suyu çıkarıldı.
BİZ BUNU HAKETTİK!
Şirazesi uzun yıllardır fena halde kaymış sektör bu elverişli malzemeyi ruh sağlığı yerinde olanları bile hasta edecek ölçüde çiğnedi, çiğnedi ve tükürdü. Atlamayalım tüm bu çeşitlemeler içinde her daim sözde kadına şiddeti eleştiriyoruz diyerek bolca kadını aşağılama, dayak ve tecavüz sahneleri de çoluk çocuğun ekran başında olduğu saatlerde dakikalarca gösterildi. Aile temalı dizilerin hemen hepsinde ailenin birey için nasıl büyük bir tehdit olduğu, otoriter anne ve babaların karakterlere nasıl korkunç kötülükler yaptıkları etkileyici sahnelerle anlatıldı. Tüm bunlar olurken RTÜK nedense kılını kıpırdatmadı. Ne de olsa Türk dizileri her geçen yıl daha yüksek kâr getiren ihracat kalemlerinden biri olarak takdir görüyordu. Onca eleştiri kulak ardı edildi. Onca tecavüz ve dayak sahnesine, mafya dizilerinde çatır çatır adam öldürülen, şiddet güzellemesi yapılan dizilerin hiç birine bana mısın demeyen RTÜK tek bir yayın durdurma cezası vermedi. Ama nedense bir iki yıldır trend haline gelen, kimilerince proje olduğu düşünülen –ki böyle bir ihtimal de mümkün ama seyirci ve polemik garantili böyle bâkir bir alan çoğu yapımcının ağzını sulandırır kabul edelim- muhafazakar-seküler çatışmalı diziler ekrana gelmeye başladığında görevini hatırladı.
Ne ki RTÜK'ün her ekran yasağı sözkonusu dizilerin daha çok seyredilmesinden başka işe yaramıyor. Kimse şikâyet etmesin; Kızıl Goncalar gibi diziler, üzerinden neredeyse 30 yıl geçen 28 Şubat'ı anlatmak için eli yüzü düzgün tek bir film ya da dizi çekmeyen bir mahalleye de müstehak! Kızıllı dizilerin tarikatlarla ilgili göndermeleri ise başlı başına bir yazı konusu.