Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta AKŞAM’ı ziyaret etti.
İnegöl doğumlu ve günümüzün tanınmış mobilya markalarından birinin büyüme yıllarında yöneticiliğini yaptı.
Yüksek lisansı kamu yönetimi alanında.
2004 yerel seçimlerinde İnegöl Belediye Başkanı seçildi.
Üç dönem boyunca ‘koltuğu kaptırmadı’.
2017’de boşalan Büyükşehir Belediye Başkanlığı için önce belediye meclisinde, sonra da ilk yerel seçimlerde başkan seçildi.
İnegöl’ün, Anadolu’dan insanların ‘ekonomik mobilya’ almak için gittiği bir yer olmasından, dünyanın ‘tasarım ülkeleri’ olarak tanınan noktalarına ihracat yapan ‘mobilya başkenti’ne dönüşmesinde ‘liderliğinden’ söz etmek abartılı olmayacak.
Gidip görmüş olanlar tanıktır.
Geçici dönemde, Büyükşehir’in kalıcı ihtiyaçları için Ankara’da koştururken tanımıştım onu.
Sohbet ederken, kendi adıma ‘geçmişine sünger çektim’ ve kitabın ortasından, “Bana Bursa’ya gelmek veya yaşamak için neden söyleyin” dedim; “Osmanlı başkentinden, o dönemi yaşatan köylerinden, antik İznik’ten, mobilya tasarımından, havasından, suyundan neler görebileceğim, neler ‘yaşayabileceğim’? Ne kalmışsa onu mu?”
Randevu süresini aştıkça aşan bir sohbet oldu.
“Yerin altındaki işleri belediyecilik saymıyoruz artık” diye başladı Başkan; “Onlar zaten olmazsa olmaz işimiz.”
“Biz yerin üstündekilerle ilgiliyiz. Tarih, çevre, şehircilik, yaşam kalitesi, yaşayan insani değerlerimiz, ticari ve kültürel zenginliklerimiz...”
Aradığım şeylerdi bunlar.
Osmanlı’nın kuruluşuna tanıklık eden Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesi’nin ‘bina’lardan arındırılarak ‘şehir içinde şehir’leştirilmesi; merkezin ‘kibrit kutusu bloklar’dan arındırılması; ipek dokumacılığı, İznik çiniciliği gibi şehrin ‘tarihi markaları’nın hayata döndürülmesine ilişkin uluslararası atölyeli, yarışmalı çalışmaları dinlerken, pandeminin daralttığı nefesim açılmaya başladı.
Tekstil ve otomotiv gibi çevre bakımından da ‘ağır’ sanayinin yanında, yükte hafif ama pahada ve zekada ağır teknoloji ve tasarım alanlarına yönelik projelerin de yürüdüğünü anlattı Aktaş.
Şehrin doğası ve köylerindeki ‘bizi yansıtan’ hayatı sadece bir turizm unsuru olarak değil, kültürel mirasın yaşanması anlamında da değerlendirdiklerini;
Bu amaçla tarım alanlarının yaban mersini, böğürtlen, lavanta ve adını telaffuzda zorlandığım ‘aronya’, ‘gojiberry’ gibi ‘değerli’ ürünlere açılmasını teşvik ettiklerini, her yıl katlanan sayıda tohum ve fidan sağladıklarını;
Bursa İpeği’nin 4 bin yıldır bilinen tasarımlarının 1790 tarihli Muradiye İpek Fabrikası’nın restorasyonuyla yeniden hayat bulduğunu, yeni tasarım merkezleri kurulduğunu, köylerdeki halı tezgahlarının işlemeye başladığını, metrekaresinde 1 milyon düğüm atılan ve ortalama 6,5 ayda dokunan ipek halıların ‘Türk’ markasıyla yeniden dünya vitrinine çıktığını;
İznik Çinisi’nin, tasarım ve üretim atölyeleri kurularak yeniden dünya markası haline getirilmekte olduğunu da bu vesileyle öğrendim.
İşler başlangıç aşamasını geçmiş; sonuçları görülmeye başlanmış.
Birkaç yıl içinde daha zengin ‘içerikli’ bir Bursa bekliyor bizi.
Mimarlara, iç mimarlara, tasarımcılara çağrımdır;
Lütfen işlerinizde Türk ipeğini, Türk halısını, Türk çinisini, Türk mimarisini, Türk tasarımlarını daha çok düşünün.
Ve ‘google fotoğraflar’dan bakıp karar vermeyin.
Bursa’da, yerinde inceleyin.
İpek böceği yetiştiren aileyi, tasarım atölyesindeki gençleri, tezgah başındaki usta elleri ziyaret edin, onlarla yaşayın, hissedin öyle karar verin.
‘Lale’ motifi ekranda sadece bir fotoğraftır.
Ama dokuyan için çok başka bir şeydir.
Daha fazlasını söyleyemiyorum, ben de bu dediklerimi yapmadım.
Henüz...
Ben Bursa’ya gitme gerekçelerimi aldım.
Koronavirüs salgını bitmese de olur; biraz rahatlayalım, ilk ziyaret yerim Bursa olacak. İstanbul’dan artık 1,5- 2 saat ama niyetim günübirlik değil, yukarıdaki sorularımın cevabını yerinde yaşayarak görmeye yetecek bir süre...
İpek halıya, İznik Çinisi’ne bütçem yetmeyebilir ama arkasında ‘kimliği ve tasarımcı imzası’ olan bir örtü, bir seccade, bir duvar halısı, mutfakta bir kare çini, masada bir meyve tabağı hem hayatıma katacağım hem de çocuklarıma bırakacağım en büyük değerlerin simgesi olacak.
‘MİLİTER DİL’E KARŞI ‘SOVYETİK DİL’
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, ‘Atatürk’ yerine ‘Mustafa Kemal’ demeyi tercih ettiğini, CHP’li birçok ismin kullandığı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” ifadesini ‘militer’ bulduğunu, bunun yerine ‘yoldaşlarıyız’ demeyi seçtiğini açıkladı.
CHP’den tepkiler yükseldi.
‘Asker’ Arapça kökenli ‘ordu’ anlamına gelen bir kelime ve Atatürk’ün mesleki kökenini ifade ediyor.
Yoldaş ise sırasıyla; Fransız Devrimi’nin -silahlı/silahsız- ‘örgüt arkadaşlığını’, sosyalist/komünist ideoloji birlikteliğini ve bu ideolojinin totaliter/askeri rejime dönüştüğü Sovyetler Birliği, Çin gibi devletlerdeki hitap şeklini ifade ediyor.
Yani Kaftancıoğlu ‘militer olmasın’ derken çok tutarlı değil.
Aksine ‘asker’ ifadesi -siyasetin genel hitap dili olması uygun düşmese de- en azından tutarlı.
Ayrıca; ‘yoldaş’ sıfatı, Fransız Devrimi’nin feodal sıfatlarını kaldırması üzerine, ‘herkesi eşitlemek’ düşüncesine dayanıyordu.
Kaftancıoğlu’nun “Atatürk’ü kategorize etmemek”ten kastı da -eğer bu konuları okumuş ise- bu olmalı.
CHP’nin subay kökenli Milletvekili Mehmet Ali Çelebi, tepki olarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” paylaşımı yaparken, ‘10 Aralık Hareketi’ni de etiketledi. Hareket, bir ‘sosyalist CHP’yi veya CHP’den alternatif bir ‘sosyalist parti’ çıkarmayı amaçlıyordu. Aralarında Kaftancıoğlu ve bugünkü Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı da vardı.
Bu ‘yoldaş’ dili, Atatürk’ün sağlığından beri ‘CHP devleti’ni bir ‘devlet sosyalizmi’ne dönüştürme düşüncesindeki ‘kadroların’ mirasçılığını yansıtıyor.
Muhtemelen, CHP’nin birkaç yıldır daha ‘resmi ve yaygın’ yaptığı 70’lerin sosyalist örgüt liderlerine yönelik anmalar da bunun parçası.
Çok derine inmek boyumu aşar, buraya kadar bile aşmış olabilirim; konuyu ‘sol’u çalışan siyaset bilimcilere bırakayım.
Ama sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak fikrim şudur:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ‘sıfatsız’ bir yoldaş değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideridir.
Fransız devriminin unvanlarını aldığı bir ‘sabık Fransız kralı’ değildir!
Atatürk’ü ‘Leninleştirmek’ sadece yararsız bir girişim olmaz; ayrıca ‘Stalinleştirme’sini de yaratır.
Gençliği sosyalizmin en heyecanlı yıllarına; askerliği bu ideolojinin Osmanlı’nın parçalanmasında etkin olduğu yıllara; devlet başkanlığı da sosyalist/komünist rejimlerin kurulduğu yıllara denk gelmiş bir lidere, kendisi için kullanmadığı bir sıfatı takmaya çalışmak ‘normal’ değildir.
NE ZAMAN M.KEMAL NE ZAMAN ATATÜRK?
Atatürk’ten söz edilirken, konunun geçtiği dönemdeki ad ve sıfatıyla söz edilebilir. Yani orduda rütbe almadan önceki hayatına ilişkin Mustafa Kemal, sonra rütbeleriyle, sonra ‘gazi’ unvanıyla ve soyadı kanunundan sonraki döneme ilişkin de Atatürk ifadesi yerindedir. Bir bütün olarak bahsi geçiyorsa Atatürk demek uygun olacaktır.
ETİMOLOJİ / KELİME KÖKENİ
YOLDAŞ
Türkçe, ‘aynı yolda yürüyen’ anlamındadır.
Türkçeye ‘yoldaş’ olarak çevrilen ‘camarada’ kelimesi, (Diğer Avrupa dillerinde camarade, comrade, kamerad vb), Latince ‘kamara, oda’dan İspanyolca ‘camarada/oda arkadaşı’na, oradan da Fransız Devrimi etkisiyle sosyalistler ve işçiler arasında bir hitap biçimine dönüşmüştür.
Sovyetler Birliği’nde kullanılan ‘yoldaş’ anlamındaki hitap cümlesi ‘tovarisch’ ise, Rusça ‘tovar/mal/ürün’ (hayvan dahil) kökünden gelen ‘aynı malın ticaretini yapan gezici tüccarların birbirine hitap ifadesi, Sovyet Devrimi’nde ideolojik hitap biçimini almıştır.
‘Tovar’ın kökeni eski Türkçe ‘mal, hayvansal varlık’ anlamındaki ‘davar’la aynıdır.