Prof. Dr. Kemal Sayar AKŞAM'a konuştu! Depresyonun en büyük tetikleyicisi bilişsel üçlü düşünme

Sosyal medya hayatımızın her anını ve her alanını kaplamış durumda. Yapılan araştırmalar, sosyal medya kullanım oranı arttıkça depresyon hastalıklarının da aynı doğrultuda arttığını gösteriyor. Peki ruh sağlığımızı sosyal medyanın zararlı etkilerinden korunmak nasıl mümkün? Depresyondan korunmak için ne yapmalı? Sizler için bu konuyu Prof. Dr Kemal Sayar hocayla konuştuk. İşte röportajın detaylar...

AKSAM.COM.TR/MOR PAPATYA

Sena Parlar

Depresyon hastalıklarının genetik olup olmadığı merak ediliyor. Oysa acının dönüştürülmesi bizi iyi ediyor. Peki ruh sağlığımıza iyilik yapmanın formülleri neler? Bizler de bu konuyu yüzlerce hastasıyla görüşmeler yapmış ve birçok değerli kitabı kalem almış Prof. Dr Kemal Sayar hocayla konuştuk. İşte detaylar...

Aksam.com.tr'den Sena Parlar'a sosyal medya etkilerine dair önemli açıklamalarda bulunan Prof. Dr Kemal Sayar'a göre, modern insan her zamankinden daha yalnız, özellikle pandeminin getirdiği sosyal kısıtlamalar nedeniyle daha da yalnızlaştık. Etkileşim ihtiyacımızı sosyal medya dışındaki daha sahici platformlarda karşılamayı denemeliyiz.

Hocam sosyal medyanın etkilerini yazdığınız "AĞ" kitabınız çok ses getirdi. Size göre sosyal medya detoksu nasıl yapılır?

İnsanoğlu sosyal bir canlı, hepimiz sosyal bağlara ihtiyaç duyarız, sosyal medyaya değil. Günümüzde sosyal medya iş eğitim ve birçok ihtiyaçla hayatımıza girdi. Burada önemli olan sosyal medyayı ilkeli kullanabilmek. Dürtüsellik ve agresyondan uzak durarak sosyal medyanın içindeki alışverişe dahil olmak önemli. Elimizdeki cihazlar ani tepkiler vermemizi kolaylaştıracak cinsten. Bu nedenle bir veri ile karşılaştığımızda onun doğruluğunu araştırmak ve ona göre yanıt üretmek için yavaşlamalıyız. Modern insan her zamankinden daha yalnız, özellikle pandeminin getirdiği sosyal kısıtlamalar nedeniyle daha da yalnızlaştık. Etkileşim ihtiyacımızı sosyal medya dışındaki daha sahici platformlarda karşılamayı denemeliyiz. Doğada ya da sevdiklerimizle daha çok zaman geçirmeliyiz. Ekranlara değil sevdiklerimizin yüzlerine bakmalıyız. Beraber olduğumuz saatlerde gerçekten orada olayı denemeliyiz. Bunun için evin içinde bir yer ya da bir kutu belirlenebilir, yemek ve uyku zamanlarımızda tüm aile üyelerinden telefonlarını buraya bırakmalarını isteyebiliriz. Televizyon ya da telefonların aile içi iletişim ve sohbeti gölgelemesine izin vermemeli. Birlikte olduğumuz zamanlar için alternatifler üretmeli ve planlamalar yapmalı. Beraberken aktif olarak katılabileceğimiz sohbet, oyun, ya da farklı aktiviteler seçmek aramızdaki samimi iletişimi artırabilir. İlk başlarda bu yenilikleri hayatımıza katmakta zorlanabiliriz lakin denedikçe neyi iyi yaptığımızı neyi değiştirmemiz gerektiğini öğrenebiliriz. Küçük ve istikrarlı adımlarla ilerlemekte fayda var. İlk adım ise bu konuda istekli olmaktır.

Depresyona en yatkın kişiler kimlerdir?

Depresyon çok boyutlu bir alana sahip olan ruh sağlığı sorunlarından biridir. Fizyolojik ve çevresel birçok etkeni kendi içinde barındırır. Genetik ve mizaç önemli faktörlerin başında. Ailede başka bir ruh sağlığı sorunu olan bir fert varsa depresyon riski artabilir. Ayrıca çevresel koşullar da önemlidir. Travmatik deneyimlerin de depresyona yatkınlığımızı artırabileceğini dikkate almak gerek. Yalnızlık da depresyona yönelik risk faktörünü artıran bir unsur. Söylediğimiz gibi bizler sosyal canlılarız ve etkileşimde olmak bize iyi geliyor. Çalışmalar gösteriyor ki, insanlar başkalarını mutlu ettiğinde çok daha fazla mutlu oluyor. Amacımız kendimizi mutlu etmek olmasa bile diğerlerinin mutluluğuna vesile olmak bize kendimizi çok iyi hissettiren şeylerden biri. Depresyona yatkınlığı artıran psikolojik faktörlerden biri de bilişsel üçlü düşünme biçimine sahip olmaktır. Aaron Beck, depresyonun psikolojik yapısını açıklamak için üçlü bir yapı kullanır. Bu üçlü biliş sistemi depresyona yatkın bireylerde normal bireylere göre daha yoğun görülür. İlk yapı bireyin kendine dönük olumsuz düşüncelere sahip olmasıdır. İkinci yapı ise dünyaya yönelik olumsuz bilişlere sahip olmaktır. Sonuncusu ise geleceğe dair olumsuz beklentilere sahip olmak. Örneğin, girdiğiniz sınav iyi geçmedi. Bu üzücü deneyimi kendinize açıklarken aptal ya da tembel olduğunuzu söyleyen bir iç ses duyabilirsiniz. Ya da dünyanın adil bir yer olmadığını, tüm eğitim sisteminin çarpık olduğunu düşünmeye yatkın olabilirsiniz. Bir başka düşünce ise bundan sonra gireceğiniz sınavların hepsinin kötü geçmesini beklemek olabilir. Bu üç yapının da ortak noktası aşırı genelleme yapmaya yatkın olmakla ilgilidir. Kendimize dönük olumsuz bir düşünce yapısına sahip olmak bizi psikolojik olarak güçsüzleştiriyor. Depresyonda sık görülen değersizlik duygusunu tetikliyor. Acımasızca yapılan öz-eleştiriler bireyi aciz ve umutsuz hissettirebilir. Bu olumsuz düşüncelere ilaç olabilecek öz-şefkat kavramı ve onun uygulamalarından faydalanmak mümkün.

Birçok travmatik öykü dinleyip bazılarını kaleme alıyorsunuz. Peki siz ruh sağlığınızı korumak için neler yapıyorsunuz?

Terapi odasında iki dertli insan bir araya gelir ve yaşananları farklı bir çerçevede değerlendirmeye çalışır. Deneyimlerimizi bir anlam çerçevesine oturtabilmek bize yardımcı olur. Acının başka bir şeye dönüşmesine katkı sağlamak kendi başına iyileştirici bir şeydir. Eylem duygumuza katkı sağlar. Eylem duygusunu geliştirmek de depresyona karşı koruyucu bir faktör olarak kullanabileceğimiz seçeneklerden biridir. Ben de bir hekim, bir insan olarak vazifemi yaparken kendi ruh sağlığımı da koruyorum. Bireysel olarak ise daha çok sevdiklerimle zaman geçirmek, doğayla baş başa kalmak için zaman yaratmaya çalışıyorum. Okumak ve yazmak benim hem dinlendiğim hem de yavaşladığım zamanlar. Yazmak zihnimi yavaşlatmama ve kendimi daha iyi anlamama yardım ediyor. Farklı düşünceleri öğrenmek, yeni insanlarla tanışmak beni konfor alanımdan çıkarıp öğrenme alanına davet ediyor ve bu davetlere açık bir zihinle yaklaşmaya çalışıyorum. Ayrıca dostlarımla zaman geçirmek hem bana iyi geliyor hem de onlara. Yaşamda bir anlam bulmak ve bu anlamla bağını koparmamak, onu tazelemek ise hepimize çok iyi geliyor.

Ruh ve sinir hastalıkları genetik midir?

Hastalıkların genetik alt yapısı inkâr edilemez. Lakin genetik ve çevresel koşullar etkileşime girerek uzun vadede hastalıkların görülme ihtimalini artırabilir. Belki de aynı şartlarda büyümüş çocukların hepsinin mevcut durumdan aynı derecede etkilenmiyor olmasında bu faktörler etkili olabilir. Örneğin, anne babasında ruhsal bir rahatsızlık olan birinin bu hastalığa yatkın olması bir olasılıktır, evvelce düşünüldüğü gibi bir sonuç değildir. Daha karmaşık bir sistem var ruh hastalıklarımızın altında. Bu nedenle koruyucu ve risk faktörleri dediğimiz genetik dışındaki faktörleri de dikkate almalıyız. Koruyucu hekimlik burada kritik öneme sahip. Koruyucu Psikoloji adındaki kitabımda bu faktörleri anlatmaya çalıştım. Hayat tarzı diyebileceğimiz birçok davranışlar hastalık riskimizi artırabilir ya da düşürebilir. Mesele hasta olmadan önce gerekli önlemleri alarak kendimizi korumaya çalışmak. Eğer koruyucu faktörlerden destek alınabilirse karşılaşılan zorluklar diğer faktörlerle etkileşime girerek kişiyi hastalıktan uzak tutabilir.