Sanat ve Gölgesi

Perniola’ya göre zamanımızda sanat, özerkliğini yitirerek piyasaya ve kitle iletişimine kaynar. Gizemli atmosferinden, aurasından ve eleştiriden yalıtılır. Peki geriye ne kalır? Sanatın gölgesi kalır.

Perniola’ya göre zamanımızda sanat, özerkliğini yitirerek piyasaya ve kitle iletişimine kaynar. Gizemli atmosferinden, aurasından ve eleştiriden yalıtılır. Peki geriye ne kalır? Sanatın gölgesi kalır. İşte Perniola bu gölgede günümüz estetiğini ve geleceğin sanatını keşfe çıkar. Modernliği ve çağdaşlığı tartışır. Walter Benjamin’den, Gilles Deleuze ve Giorgio Agamben’e birçok filozofu; Andy Warhol’dan, Joseph Kosuth ve Guy Debord’a sanatçıları; Derek Jarman’dan Wim Wenders’e sinemacıları tarayarak, çağdaş bir sanat felsefesinin veya felsefi bir sanat ve sinemanın olanaklarını arar.

Mario Perniola zamanımız estetiğinin en etkili teorisyenlerinden biri olarak önemli bir yol açmıştır. Bir eserin gölgesinin o eserden daha önde olduğuna ilişkin tezi çığır açıcıdır.

Hugh J. Silverman

Bugün “seyirci kitlesi” dendiğinde, Bourdieu’nün toplumsal seçkinlik kategorisi kapsamına aldığı, uzmanların ve geleneksel müze ziyaretçilerinin oluşturduğu dar elit topluluğu kastedilmez. Sanat dinini takip eden saygılı mutlu azınlığın yerini, bir kâfirler kitlesi almıştır – çağdaş sanatın tahrikleri karşısında umursamazlık ya da açık ret tutumu içinde olan bir kitledir bu. Çağdaş sanat ile toplumun çok büyük bir bölümü arasında, çarpıcı bir kültürel kopukluk oluşmuştur. Bu yüzden, çağdaş sanat ile seyirci topluluğu arasındaki ilişki, artık takdir ve hayranlık isteği üzerine değil, tahrik ve skandal üzerine kuruludur. Dolayısıyla sanatsal değer, enformasyon ve iletişim piyasasına dayanma eğilimi gösterir.

AİLE, KENT VE NÜFUS

Ferhunde Özbay   Özbay’ın çalışmalarında sınıf, cinsiyet, iktidar ve emek birarada tarihsel bir perspektif içinde yer buluyor.

Türkiye’nin 1980’lerden günümüze geçirdiği değişim sosyal, kültürel, iktisadi ve tarihsel sonuçlar üretiyor. Toplumsal yaşamda bu değişimleri ve yarattıkları etkiyi görmek mümkün. Ancak görüneni anlamak ve analiz edebilmek için alan araştırmaları, veriler ve bu bilgilerin kullanılabileceği kapsamlı bir değerlendirme çerçevesi ile tarihsel karşılaştırma imkânları da yaratmak gerekiyor. Ferhunde Özbay’ın 30 yıllık bir dönemi kapsayan makalelerinin derlendiği Aile, Kent ve Nüfus, yaşanan değişimi ve dönüşümü kavramak için bu imkânı sunuyor. Özbay’ın çalışmalarında sınıf, cinsiyet, iktidar ve emek birarada tarihsel bir perspektif içinde yer buluyor. 2015’te aramızdan ayrılan Ferhunde Özbay’ın, her biri ayrıntılı çalışmalar ve alan araştırmalarıyla geliştirilmiş makaleleri, nüfus sosyolojisini eleştirel demografiyi de içerecek şekilde ele alan perspektifleriyle “hoca”nın literatüre katkısının da etraflı bir dökümünü sunuyor.

Cumhuriyetin başından bu yana nüfus yapısındaki değişmeler, iktidarlar tarafından, sosyal ve çoğunlukla da ekonomik kaygılarla bir sorun olarak nitelendirildi. Çözüm yolları genellikle erkekleri, egemen kültürel grupları ve üst sınıfları güçlendirme yönünde oldu. İktidarların nüfus ve sosyal yapı arasındaki ilişkilerden çıkarak belirlediği “sorun” alanları buraya aldığım konulardan daha kapsamlı. Refah hizmetlerinin yeniden oluşturulması süreci ve bu süreç içinde benimsenen politikalar takip edildiğinde “nüfus mühendisliği”nin sınırsız ve ürkütücü boyutlarını görmek ve bunları sergilemek için daha çok ve daha yoğun emeğe gereksinim var. Bu kitapta sorduğum soruların ve yıllar içinde aradığım cevapların, gitgide karmaşıklaşan iktidar tekniklerine karşı yapılacak araştırmalara ilham vermesini umuyorum.

TÜRKİYE TARİHİ

Tarihçi ve siyaset uzmanı Hamit Bozarslan, 13. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun ve Selçuklu Devleti’nin kalıntıları üzerine kurulan ve yedi yüzyıla yakın hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi üzerinden günümüz Türkiyesi’ni anlamaya çalışıyor.

Tarihçi ve siyaset uzmanı Hamit Bozarslan, 13. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun ve Selçuklu Devleti’nin kalıntıları üzerine kurulan ve yedi yüzyıla yakın hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi üzerinden günümüz Türkiyesi’ni anlamaya çalışıyor. Bir dünya imparatorluğu ve mutlak bir Müslüman gücü olmayı başaran bu sıradışı devletteki sürekliliklerin, aynı zamanda yüzyıllar içindeki sert kopuşların izini sürerek, “Türkiye tarihi” denen karmaşık konuyu, kendi özgüllükleri içinde olduğu kadar başka mekânlarla etkileşimleri ve bağımlılıkları içinde de ele alarak tartışıyor. Bozarslan, Türkçe baskıya yazdığı önsözle, ayrıca bugün siyaset gündemimizi belirleyen dinamikleri anlamamızı sağlayacak önemli ipuçları veriyor. 

“Türkiye’de ‘toplum yaratmak’, geçmişteki İttihatçı teşebbüslerin yenilgisini kabul ederek, etnik, inançsal, politik ve ‘uygarlıksal’ çoğulculukların meşruluğunu –bunların güncel kamusal sahnede ifade ettikleri kopukluklarla birlikte– nihayet kabul etmeyi gerektirir. Türkiye’nin, bütün 19. ve 20. yüzyıllar boyunca sıklıkla ve şiddetli bir şekilde zemini olduğu radikal başkaldırıların yeni dalgalarını önlemesini, biçimsel kurumsal çerçevelerin ötesinde, sadece radikal biçimde yeniden tanımlanmış bir demokrasi sağlayabilir.”

DAVA

Yüz yıldır dünyanın her yerinde birçok büyük yazar, yapıtlarında Dava’nın temalarıyla boğuşmakta, deyim yerindeyse Dava’yla konuşmaktadır.

Kafka’nın yapıtları, başta Dava, Dönüşüm ve Şato, modern edebiyatta özgün bir ilham kapısı açarken, “Kafkaesk” diye kendine mahsus bir kavram da yaratmıştır.

Kendi halinde bir banka memuruna, durup dururken, manasız bir dava açılır. Genç adam, nasıl işlediği anlaşılmadığı gibi erişilmez de görünen mahkemenin sırrına ermeye çabalarken, tuhaf ilişkilere girecek, gitgide şüphe ve evhamların girdabına batacaktır. Roman, insanı labirentte çaresizce dolanan fareye çeviren atmosferiyle, gerçekten karanlık bir kara mizah başyapıtıdır. Bu atmosfer, kâh bürokratik absürdlüğün kâh otoriter rejimlerin dehşetli bir temsili olarak yorumlanmıştır. Her halükârda Dava, çağa damgasını vurmuş romanlardan biridir. Yüz yıldır dünyanın her yerinde birçok büyük yazar, yapıtlarında Dava’nın temalarıyla boğuşmakta, deyim yerindeyse Dava’yla konuşmaktadır.


“Bu eserin tecellisi ve belki de büyüklüğü, her şeyi ortaya sererken, hiçbir şeyi teyit etmemesindedir.”