Filmekimi’nden İzlenimler

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından bu sene 14’üncüsü düzenlenen Filmekimi, bu hafta sonuna kadar İstanbul’da devam ederken, İstanbul’dan sonra Türkiye’nin farklı şehirlerine de uğrayarak sinemaseverlerle buluşacak.

DERYA CANAN GÜZEL

derya.guzel@turkmedya.com.tr

Bu seneki Filmekimi’nde Hollywood yapımlarından bol ödüllü bağımsız filmlere kadar yine özenle oluşturulmuş bir seçki ile buluştuk. Filmekimi’nde en çok öne çıkan “Carol”, “Dheepan”, “Gençlik”, “Ex Machina”, “The Lobster” ve “Bayan Amerika” gibi yapımların yanısıra bir film daha vardı ki iddiasız ve oldukça sıradan gözüken konusunun yanı sıra sadeliği, göze sokmadan verdiği duygusallığıyla söylediğinden daha fazlasını hissettirdi bize… Filmekimi vesilesiyle kenarda kalmaması gereken filmler arasında yerini alan “Ben, Earl & Ölen Kız” (Me and Earl and The Dying Girl) ve  “Bayan Amerika” dan (Mistress America) bahsetmeden geçmeyelim dedik. 

Bayan Amerika 

Noah Baumbach, “Frances Ha”dan sonra yine başrolünde New York ve Greta Gerwig’in rol aldığı “Bayan Amerika” ile eğlenceli bir seyirlik için yola çıkmışa benziyor. “Frances Ha” filmindeki rolüyle etkilenmekten kendimizi alamadığımız Gerwig, bu kez daha karmaşık bir karakter ile karşımızda. “Bayan Amerika” aslında bir tür kültürel hayranlık konusunu ele alıyor. Üniversitede edebiyat okumak için New York’a gelen Tracy (Lola Kirke), yeni taşındığı bu şehre uyum sağlamada sıkıntı çekerken annesinin önerisiyle üvey ablası Brooke (Gerwig) ile iletişim kuruyor. Spor eğitmenliğinden iç tasarımcılığa kadar birçok uğraşı olan bu deli dolu, yerinde duramayan genç kadın, Tracy’nin hayatına arzu ettiği hareketi getirmekle kalmayıp ilham kaynağı da oluyor. Ancak hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını karizmatik sosyal kelebek Brooke’un egosantrik hareketlerine ve kibirli davranışlarına şahit olunca anlıyoruz. Brooke’un ilgi çekici hayatı, Tracy’nin yazmakta olduğu kısa hikâyeye konu olurken bu esnada gelişen olaylar her ikisinin de hayattan beklentilerini ve önceliklerini sorgulamalarına neden oluyor. Yönetmen Baumbach’ın bir tiyatro sahnesi gibi kullandığı, tüm karakterlerin teatral bir kareografiyle adeta eşanlı olarak paslaştığı, Faulkner’den alıntıların havada uçtuğu bölüm belki de filmin en iyi yönetilen, en keyifli anları olarak akılda kalıyor. Tüm çelişkilerine rağmen Brooke’u yani Tracy’nin deyimiyle “Bayan Amerika”yı sevmemek mümkün değil; zaten filmde de dışarıdan muhteşem gözüken bu kusursuz hayatın aslında nasıl içten yanmalı bir yapıda olduğunu izliyoruz. 

Ben, Earl & Ölen Kız 

Ölümcül bir hastalığı olan ana karakterin hastalık sürecinde yaşadıklarını, dostluğu ve aşkı yakalamasını konu alan birçok film izledik son dönemde. Bu tür filmlerde melodram’ın dozajını kaçırma gibi bir risk her zaman vardır. Jesse Andrews’in romanından uyarlanan film, benzer bir konuyu ele almasına rağmen duygu sömürüsü yapmadan da drama yapılabileceğini gösteren bir yapım. Liseden mezun olmaktan başka bir şey düşünmeyen Greg’in (Thomas Mann) kanser hastası Rachel (Olivia Cooke) ile mecburi başlayan arkadaşlığının dostluğa dönüşmesinin anlatıldığı filmde, Michel Gondry vari hayal dünyasıyla perçinlenmiş bir komedi ile Wes Anderson tarzında bir görsel yönetim ve hikâye anlatımı görülüyor. Film, hüzünlü konusuna rağmen can sıkmadan kendini izlettirirken yan yollara sapmadan, yalın bir şekilde ve gençliğin olağanca naifliğiyle bir “kendini tanıma ve büyüme” hikâyesini anlatıyor.