Açık Görüş - Ufuk Batum / Yönetim Danışmanı ve Girişim Mentoru
Son yıllara baktığımda, bazı politikaları irdelediğimde gördüğüm en temel husus; Türkiye'nin kendisine bir çıkış, hemen her alanda bir açılım aradığı. Bu açılımın geniş bir arka planı var. Osmanlı'nın son 200-250 yılı hiç de kolay olmadı; duraklamayı takiben adım adım gerileme ve çöküş geldi. Tabii coğrafya büyük, kayıp da adım adım olunca örneğin "İmparatorluğun en uzun yüzyılı" ve "hasta adam" gibi tanımlamalar, yakıştırmalar da söz konusu oldu.
Sadece 1914-1918 yılları arasında süregelen I. Dünya Savaşı'nda değil, öncesindeki Balkan Savaşları'nda Osmanlı, sonrasında ise cumhuriyete giden yolda Kurtuluş Savaşı olmak üzere toplum 1908-1922 yılları arasında neredeyse kesintisiz bir savaş durumundaydı. Bir kuşak yitirildi bu savaşlarda, getirdiği yoklukta ve mübadelelerde. Genç cumhuriyetin ne beşeri ne de finansal sermayesi söz konusuydu. Ayrıca millet onlarca yıl boyunca ödeyerek sıfırlayacağı savaş borçlarını da üslenmek zorunda kalmıştı. Aslında yeni cumhuriyet köklü bir tarihsel mirası, birikimi ve deneyimi; olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle kabul etmiş oluyordu. Zaten ciddi ve gerçekçi bakış açıları teyit eder ki toplumsal meselelerde, sosyolojik olaylarda kesintiler yaşanmaz.
"Türkiye'de sol sağdır, sağ da sol!"
Cumhuriyet tarihi boyunca beklenmedik olumsuz gelişmeler, darbeler olduğu kadar "gelişmiş dünya ile mesafeyi kapatmaya dair" samimi gayretler, atılımlar ve büyümeci politikalar da denenmiştir. Şimdi sağ sol, benim hükümetim senin hükümetin ayrımına girip, kim neyi başardı veya başaramadı tartışması yapacak değiliz. Ama yine de uygulanan politikalar açısından Menderes-Özal-Erdoğan çizgisinin yatırımcı ve büyümeci akımı temsil ettiği hepimizin malumu. Oydu buydu derken zaman su gibi akıp gitmiş, cumhuriyet yüzüncü yılına kavuşmuş. Bir ay sonra yapılacak başkanlık ve parlamento seçimlerinin adeta Türkiye'nin Yeni Yüzyılı'na ışık tutacak olması önem arz ediyor. Çünkü iki bloğun Türkiye tasavvuru birbirinden oldukça farklı. Yine de gelin biz meselelere biraz daha yukarıdan, jeostratejik seviyeden bakmaya çalışalım.
Dünya literatürünün sosyal ve ekonomik gelişmelerin ışığında delillendirmeye çalışıp ortaya koyduğunun aksine, İdris Küçükömer'in "Türkiye'de sol sağdır, sağ da sol!" ifadesi beni nedense hep sarıp sarmalamış ve düşündürmüştür. Gayet iyi hatırlarım; neredeyse 30 yıl önce bu metni ilk kez okuduğumda önce bende soğuk bir duş etkisi yaratmıştı. Konuya daha fazla merak sardıkça, gözlemlediğim bazı yeni gelişmeleri değerlendirdikçe bu savı sonradan biraz daha Türkiye özelinde içselleştirmeye başlamıştım. Aslında bu bağlamda, özellikle son 20 yılda yakalanan momentum ile Türkiye'nin bazı temel ve stratejik alanlarda gösterdiği performansı ve sosyal devlet olmaya doğru yönelişi işte bu yeni tanım ile değerlendiririm ben.
Stratejik alanlar
Peki acaba bu stratejik alanlar hangileri? Türkiye gerçekten bu alanlarda ne kadar yol aldı? Türkiye'nin 2023 yılında nereye geldiğini değerlendirebilmek için mukayeseli bakmakta fayda vardır. Öncelikle; "20 yıl önce neredeydik, bugün neredeyiz?" sorusu bir mukayese imkanı verir, tabii bir de "Rakip ülkelere göre neredeydik, farkı kapatabildik mi?" Her biri kendi başına bir yazı konusu olabilecek şu stratejik alanlara isterseniz kısaca bakalım: Savunma, enerji, tarım, havacılık, altyapı.
Atatürk'ün sadece cumhuriyetin kurucu lideri olmadığını, zor zamanlarda cephelerde gösterdiği başarılarla da öne çıkmış bir komutan olduğunu hepimiz bilir, takdir ederiz. İşte bu bağlamda sıklıkla ifade ettiği "Yurtta sulh, cihanda sulh!" sözünün çok iyi anlaşılması, yorumlanması gerekmektedir. Genç cumhuriyet savaşlardan yeni çıkmış, borç yükü olan bir devlettir. Daha fazla savaşa ne gerek ne de hali vardır. Her ne kadar Misak-ı Milli açısından planlar, beklentiler tam olarak gerçekleşmemiş olsa da, zaman adeta sıfırdan bir sanayi kurma, girişimci bir sınıf oluşturma, sermaye biriktirme, işgücü yetiştirme, kısacası palazlanma ve güçlenme dönemidir. Bunun için de barış aslında en önemli sermayedir. Bu açıdan Atatürk'ün gerçekçiliği çok önemlidir. Bazı meselelerin sulh ve ekonomik modelle çözülmesi öngörülmüştür, Hatay meselesinde olduğu gibi.
Savunmada millilik ve yerlilik
Evet Türk milleti savaşçıdır ama durduk yerde savaş açan, yıkımdan keyif alan, asıp kesen, savaşta onurunu kaybeden bir toplum hiç değildir. Ancak barış ve huzuru için savaşması artık kaçınılmaz olduğu noktada herkesten daha mert, kahramanca ve onurlu savaşmasını da çok iyi bilir. Kıbrıs Barış Harekatı'nda da, son dönemde Suriye'deki operasyonlarımızda da, hatta Libya'da Hafter'e karşı yasal hükümeti desteklerken de ordumuzun cerrah titizliğini görmek mümkündür. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir diğer sıfatının da "Peygamber Ocağı" olması tesadüfi değildir. Öyle ABD veya İngiltere'nin Afganistan, Irak, Suriye işgallerinde gördüğümüz gibi günlerce şehirleri füzelerle, uçaklarla vurup; çoluk çocuk, genç yaşlı demeden yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmaz Türk ordusu.
Çevre ülkelerdeki olumsuz gelişmeleri ve tehditleri, NATO üyesi olsak da en kritik zamanlarda uygulanan ambargoları değerlendiren Türkiye savunma sanayisini millilik ve yerlilik ana stratejisiyle adeta yeniden kuruyor, destekliyor. Yüzde 20'lerde olan millilik oranı, son 15-20 yılda gösterilen kararlı politikalar sonucunda bugün yüzde 80-85'lere çıkmış durumda. Sadece kamu ağırlıklı ASELSAN, TUSAŞ, TEİ, HAVELSAN, ROKETSAN, ASPİLSAN gibi büyük entegratör şirketler değil gurur duyduğumuz. Çok daha fazlası var; BAYKAR, KALE, METEKSAN, BİTES, STM, BMC, FNSS gibi özel sektör şirketleri de mevcut. TÜBİTAK çatısı altında BİLGEM, SAGE, UZAY ve PARDUS da ayrıca not edilmeye değer.
Unutmayalım ki; ister Ostim'de ve İvedik'te, ister Gebze'de ve Tuzla'da, hatta Bursa, Kocaeli ve Konya'da, kısacası Türkiye'nin çok farklı bölgelerinde adeta bir sektörel küme gibi çalışan ve içinde binlerce nitelikli KOBİ'yi ve startup'ı barındıran çok önemli bir ekosisteme sahibiz. İşte bu ekosistem dünyanın ilk İHA ve SİHA gemisi olarak bilinen ve gerektiğinde uçaklara üs olacak, gerektiğinde tıbbi destek verecek TCG Anadolu'yu Deniz Kuvvetleri'ne teslim ediyor. Türkiye'de son yıllarda neredeyse her hafta yeni bir sürprizin açıklanması veya teslimatın yapılması bu tip haberleri olağanlaştırıyor.
Peki ya sağlık sektörü ne durumda?
Hani bir dizi vardı; toplumun fazlaca rağbet gösterdiği, 1980'leri konu alarak birçok kişinin severek izlediği. Benim yaşım tuttuğu için bizzat sağlık sistemimizden deneyimlediklerimi gençler o diziden izleyerek öğrendi. Ne yalan söyleyelim; sağlık sektörümüz adeta dökülüyordu. Kamunun sırtında bir kambur olan SSK'nın kötü yönettiği (belki de pek yönetemediği) hastanelerde hizmet yok denecek kadar düşük, ama buna karşılık kuyruklar sabahın dördünde, beşinde başlayacak kadar uzundu.
Türkiye'nin sağlık altyapı yatırımları tam bir dönüşüm hikayesi aslında. Son zamanlarda kurulan yeni kapasiteler sadece merkezlerde değil, adeta ilçeler düzeyinde planlanıyor. Milletvekili tanıdığı olan her hatırlı vatandaşın kendi hastasını rica veya torpille Ankara'ya taşıması büyük bir verimsizlik ve itibarsızlık kaynağıydı. Son 10-15 yılda yapılan yatırımlar, açılan Şehir Hastaneleri, özel sektörün kurup işlettiği zincir hastaneler artık sadece Türk vatandaşlarına, Türkiye'ye sığınmış veya göçmüş olanlara değil, aynı zamanda ödediği parayla hizmet almak isteyen yüz binlerce sağlık turistine şifa dağıtıyor. Türkiye sağlıkta mucidi olduğum ifadeyle "geç yatırımcı olmanın avantajını" (Last Mover Advantage) yaşıyor adeta.
Bu yeni altyapı; deneyimli hekimler, hemşireler ve diğer destek personel ile buluşunca, ortaya bugünkü gibi rahat, kaliteli ve tamamına yakını ücretsiz bir sağlık uygulaması çıkıyor. Nitekim pandemi döneminde çok hızlı üretilen koruyucu maskeler ve tekstiller, ücretsiz uygulanan aşılar, yatarak tedavi edilen Covid-19'lu hastalar kuyruk beklemeden, birbirini ezmeden sağlık hizmetlerine ulaşabildi. Unutmayalım ki; her yıl 800-900 bin sağlık turistini ödedikleri yaklaşık 2 milyar dolar tutar karşılığında dünya standartlarında hizmet vererek uğurlayan ve dünya çapında iyi tanınan işte bu sağlık sektörü ekosistemimiz.
Tarım ve enerji de çok stratejik
Pandemi ve sonrasında Rusya-Ukrayna Savaşı bütün dünyada hem su hem de tarımın ne kadar önemli olduğunu tekrar gösterdi. Ortaokul yıllarında bize anlatılan "göllerimiz, derelerimiz, yeraltı su kaynaklarımız" tekerlemesinin tam bir zenginliğe işaret etmediğini, aslında su kaynakları hususunda ne zengin ne de çok fakir olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyoruz. Aslında tarımda sulamanın önemini artan bir şekilde yapılan barajlarda ve sulama kanallarında görüyoruz. Çiftçinin eğitimi, modern sistem ve cihazlarla donatılması, mali olarak doğru şekilde desteklenmesi tarımsal çıktılar açısından son derece hayati.
Türkiye bugün itibariyle tarım ve hayvancılıkta kendi kendisine yeten az sayıdaki ülkeden biri durumunda. Hemen destekleyici güncel bir veri paylaşalım: 2023 yılının Ocak-Şubat-Mart döneminde 62 milyar dolara yaklaşan toplam ihracat içinde yüzde 14'lük pay tarımdan geliyor. Yani ihracattaki her 7 dolardan yaklaşık 1'i tarımdan. Türkiye 3 ayda 8,6 milyar dolar tutarında tarıma dayalı ihracat yapmış durumda. Dünyada "küresel ısınma ve iklim krizi" olgusunun her gün haber olduğu, bizde de yağışların azlığından ve barajların dolmadığından dem vuran haberlerin sık yazılıp çizildiği bir dönemde bile 2023'ü tarım açısından 35 milyar dolarlık bir ihracatla kapatmamız çok mümkün görünüyor.
Kerametin kaynağı
Türkiye'nin kerameti sadece güçlü lider iradesinden, cebbar iş dünyasından, çevik girişimcisinden gelmiyor. 114 ülkeyi gezmiş, birçoğuna onlarca kez gitmiş, iş yapmış, bazılarında yıllarca yaşamış birisi olarak vurgulamak isterim ki Türk insanının zorluklarla baş etme, başarma, büyüme, refaha ulaşma heyecanını ve iştahını her daim gıpta ederek izlemişimdir. Bu hemen her alanda karşımıza çıkıyor. Örneğin birkaç hafta önce Star Açık Görüş için "Enerjide Paradigmaları Kırmak" başlıklı haftalık yazımda Türkiye'nin ama Yusufeli Barajı ile, ama rüzgar ve güneş santral yatırımları ile, ama Akkuyu Nükleer Santralı ve Karadeniz doğalgazı ile sıra dışı bir dönüşüm yasadığını ele almıştım.
Sonuç olarak; asırlarca beklediğimiz güçlü bir değişimin ve dönüşümün içinden geçiyoruz, önemli olaylara şahitlik ediyoruz. Doğal olarak bu dönüşüm hiç de kolay olmuyor, zaman ve sabır istiyor, özveri ve çalışkanlık arıyor, güçlü bir irade ve istikrar gerektiriyor. Toplumun feraseti de bu tartışmaları gayet iyi anlıyor.