Veliaht Prens Selman'la ilgili merak edilen soru: Tahttan uzaklaşıyor mu?

Son günlerde Arap ve Batı medyasında ülkenin de-facto yöneticisi olan Suudi veliaht prensin krallıktaki statüsünün zayıfladığına dair birbiri ardına yazılar çıkmaya başladı.

Son günlerde Arap ve Batı medyasında ülkenin de-facto yöneticisi olan Suudi veliaht prensin krallıktaki statüsünün zayıfladığına dair birbiri ardına yazılar çıkmaya başladı. Son dönemde yaşanan birtakım gelişmelere ilaveten Muhammed bin Selman’ın Şubat ortasındaki Güney Asya ziyaretinden bu yana, kamuoyunun önüne çok fazla çıkmamış olması bu süreçte medyada yazılıp çizilenlerin daha ciddi bir biçimde ele alınmasına da yol açtı.

Son dönemde Muhammed bin Selman’ın bazı yetkilerinin elinden alındığına, yönetimden tecrit edildiğine dair Arap ve Batı basınında çıkan yorumlar, veliaht prensin ya da Kral Selman’ın kişisel tercihlerinden kaynaklanmıyor.

Şubat ortasında Muhammed bin Selman’ın tüm Müslümanlar için kutsal olan Kabe’nin çatısında gezerken görüntülenmesi, oldukça muhafazakar olan Suudi kamuoyunda geniş bir tepki uyandırdı ve başta sosyal medya mecraları olmak üzere Muhammed bin Selman aleyhine geniş bir kampanya başlatılmasına yol açtı. Ülkede yönetimin meşruiyetinin önemli oranda İslam’a ve İslami değerlerin muhafaza edilmesi gayesine dayandığı göz önüne alınırsa, İslami değerlere saygısızlık olarak yorumlanan bu hareketin, krallığın içerideki meşruiyetine ve İslam dünyasındaki itibarına zarar vermesi kaçınılmazdır.

Bu olayı takiben, Kral Selman’ın Mısır’da düzenlenen Arap Birliği zirvesi sırasında, suikast endişesiyle güvenlik ekibini baştan aşağı değiştirmesi ve kralın Mısır’da bulunduğu günlerde veliaht prensin Suudi kralı gibi davranıp bir kraliyet kararnamesi yayımlayarak Washington büyükelçiliğine eski Washington büyükelçisi Prens Bender bin Sultan bin Abdulaziz’in kızı Prenses Rima’yı ataması ve kardeşi Halid bin Selman'ı Washington büyükelçiliği görevinden alarak savunma bakan yardımcılığına getirmiş olması, Kral Selman ile veliaht prensin arasını açan olayların başlangıcı olarak sunuldu. Bu tarihten sonra, Muhammed bin Selman’ın teamüller gereği geçmiş dönemde katıldığı birtakım üst düzey toplantılara katılmaması, Kral Selman için düzenlenen resmi karşılama töreninde yer almaması ve üç haftadır ortalarda görünmemesi, son dönemde basında ortaya atılan bu iddiaların daha yüksek sesle dile getirilmesine yol açtı.

Suudi politik düzeninin yapısına ve işleyişine dair üretilen spekülasyonlar, yönetimin büyük oranda kapalı kapılar ardında, öngörülemeyen ve büyük bir gizlilik içinde yürütülen işleyişinden kaynaklanıyor. Üretilen bu spekülasyonlar çoğu zaman doğru çıkmasa da, son dönemde yaşanan birtakım iç ve dış gelişmelere yakından bakıldığında, Haziran 2017’de birinci veliaht olarak atanmasından bugüne, Muhammed bin Selman’ın en zor günlerini geçirdiğini söyleyebiliriz.

MUHAMMED BİN SELMAN'IN İDDİALI POLİTİKASINDA SON DÖNEMDE YAŞANAN BAŞARISIZLIKLAR

Veliaht prensin son iki yılda içeride ve dışarıda itibar kaybetmesinde hiç şüphesiz Kaşıkçı cinayetinde rol aldığına dair ciddi iddialar, Yemen savaşında Suudilerin içine düştüğü çıkmaz, gerileyen petrol fiyatları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde devrimci dalgayı tersine çevirmek için sarf edilen ekonomik kaynakların ülke ekonomisine yüklediği ağır yük etkili olmuştur. Tüm bu yaşananlar Ortadoğu bölgesinde revizyonist İran ve devrimci sokak hareketleri karşısında kendisini tehlikede hisseden BAE-Suudi liderliğindeki statükocu blok için büyük bir umut olarak ön plana çıkarılan, başta sayıları hızla artan genç nüfus olmak üzere Ortadoğu’da kitleleri peşinden sürükleyecek karizmatik bir kişilik olarak sunulan Muhammed bin Selman’ın itibarını önemli oranda zedelemiş, kendisine umut bağlayan statükocu yönetimleri sukut-u hayale uğratmıştır.

İlk olarak Kaşıkçı cinayeti Muhammed bin Selman açısından bir milat olarak kabul edilebilir. Veliaht seçildiği günden beri insan haklarına saygılı, ılımlı İslami değerlere bağlı, dış dünyaya açık bir vizyon vadederek başta Suudiler olmak üzere bölgedeki statükocu blok için umut kaynağı olan Muhammed bin Selman’ın adının Kaşıkçı cinayeti ile anılması ve oluşturduğu infaz timinin muhaliflere yönelik işkence iddiaları hem kendisine hem de krallığa ciddi bir itibar kaybı yaşatmıştır. Bu süreçte Suudi Arabistan’ın başta ABD olmak üzere çoğu Batı ülkesi ile ilişkileri bozulmuş, Batı kamuoyundaki itibarı zedelenmiştir. Ülkenin isminin gazeteci cinayeti, muhaliflere işkence, kadın haklarını ihlal, kara para aklama gibi olumsuz başlıklarla gündeme gelmesi sadece Batı kamuoyunda değil Suudilerin liderlik iddiasında bulunduğu İslam dünyasında da imajını önemli ölçüde zedelemiştir.

İkinci olarak, 2015 yılında Muhammed bin Selman’ın savunma bakanı olmasıyla birlikte Suudilerin büyük bir umutla başlattığı Yemen müdahalesi, krallığa hem ekonomik hem de psikolojik olarak büyük bir maliyet yükledi. Öncelikle Suudilerin askeri/endüstriyel kapasitelerinin çok üstünde bir iddia taşıyan Yemen müdahalesinde, savaş uzadıkça ülkenin ekonomik kaynakları zayıfladı. Suudilerin kendi lehlerine Yemen’de politik bir düzen kurma konusundaki umutları azaldıkça da yönetici seçkinlerin psikolojisi bozuldu.

Yemen savaşından kısa bir süre sonra ortaya çıkan Katar krizinde de, Suudilerin “küçük” bir Körfez ülkesine dahi söz geçirememeleri bu psikolojik çöküntüyü hızlandırdı; krallığın tarihsel olarak kendi nüfuz alanı olarak gördüğü Körfez bölgesinde bile güç kaybettiği algısını güçlendirdi. Eğer Muhammed bin Selman’ın inisiyatifiyle başlayan Yemen savaşı ve Katar krizi sonrası, Suudiler ve müttefikleri bölgede kendi lehlerine politik bir düzen kurmaya muvaffak olabilselerdi, veliaht prens hem bölgedeki yönetimler hem de iç kamuoyu nezdinde etkili bir politik figür olabilirdi; ama öyle olmadı.

Krallığın son dönemde askeri güce dayanan dış politikası ve çatışmacı yöntemleri -hele de bu çatışmacı yöntemler Müslüman toplumlara yönelik olunca- ülkeye ciddi bir psikolojik maliyet yükledi. Çünkü Suudiler için dış politikada Müslümanların haklarını savunmak ve Arap davalarına bağlılık (örneğin Filistin meselesi) hem önemli bir esastır hem de Suudi yönetiminin iç meşruiyetinin temel dayanaklarından biridir. Suudi Arabistan yönetimi uzun yıllar Arap ve İslam davalarına bağlılık ilkesi üzerinden İslam dünyasına liderlik iddiasında bulunabilmiş ve bu iddiayı İslam dünyasının geniş bir kesimine kabul ettirebilmişti. Yemen savaşı, Suudi Arabistan’ın Arap ve İslam davalarına bağlılığa dayanan dış politikasının ihlal edildiği bir alan olarak ön plana çıktı. Suudi Arabistan’ın İslam dünyasına liderlik iddiasına önemli oranda zarar verdi. Çünkü Suudi Arabistan 1980’li yıllarda İran ile girdiği İslam dünyasına liderlik yarışında, “İran Irak’ta Müslümanlara karşı savaşıp Müslüman kanı dökerken biz Afganistan’da ateist rejim karşısında Müslümanları savunuyoruz” söylemiyle İslam dünyasında kendisine etkili bir yumuşak güç inşa etmişti. Halbuki bugün Muhammed bin Selman’ın inisiyatifiyle başlayan Yemen savaşında, Suudiler ve müttefikleri Müslüman bir topluma karşı savaşmaktalar. Yemen’de kamuoyuna yansıyan insani trajediler, yönetimi bu açıdan hem içeride hem de dışarıda epey zor bir duruma sokuyor.

Suudilerin Arap ve İslam davalarına bağlılığa dayanan dış politikalarının ihlal edildiği başka bir alan da “Asrın Barış Anlaşması” adıyla duyurulan ve Filistin meselesine çözüm getirmesi beklenen plandır. Muhammed bin Selman’ın Ortadoğu’ya barış getirmesi hedeflenen bu planda ABD ve İsrail ile çok yakın bir pozisyonda durması, Filistin meselesinde adeta ABD-İsrail tezlerine destek veren bir yaklaşım benimsemesi aleyhine gelişen kampanyanın önemli bir gerekçesidir. Çünkü veliaht prensin İsrail ile yakınlaşan politikası başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge genelindeki tüm statükocu yönetimler ile halk arasındaki uçurumu derinleştirmiş, Suudilerin geleneksel Arap ve İslam davalarına bağlılığa dayanan dış politikasında önemli bir gedik açmıştır. Benzer şekilde başta Suudiler olmak üzere Körfez ülkelerinin, ABD’nin Golan Tepelerini İsrail toprağı olarak tanıması karşısındaki cılız tepkileri de Arap ve İslam davalarına bağlılığa dayanan dış politikasının ihlal edildiği başka bir alandır.

Son olarak her ne kadar Suudi Arabistan ekonomik olarak bir dev olsa da ekonomik kaynaklarının bir sınırı vardır. Bu sınır petrol fiyatlarının düzeyi ile yakından alakalıdır. 2014 sonrası hızla gerileyerek 60 dolar civarında istikrar bulan petrol fiyatları, bırakın Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin tümünde devrimci dalgayı tersine çevirmek için girişilen çok pahalı ve çek defterine dayanan dış politikayı, ülkenin cari ihtiyaçlarını karşılamak için bile son derece yetersiz kalmaktadır.

Tarihsel olarak, Suudi Arabistan’ın bölgesel ve uluslararası meselelerdeki etkinliğiyle petrol fiyatlarının düzeyi arasında doğrusal bir ilişki var. Petrol fiyatlarındaki uzun süreli yükselişler ülkenin finansal rezervlerinde bir şişkinliğe yol açtığından, Suudi Arabistan böyle zamanlarda daha aktif bir dış politika takip edebilme cesareti gösterebiliyor. Petrol fiyatlarındaki uzun süreli düşüşler ise ülkeyi ekonomik olarak da zayıflattığından, böyle durumlarda Suudi Arabistan dış politikada daha uzlaşmacı olurken, iç politikada ise daha fazla reform yapma isteği duyuyor.

Petrol fiyatlarının Suudi politikası üzerindeki bu etkinliğinin en önemli nedeni ülke gelirinin yüzde 90 oranında petrole olan bağımlılığı. Petrol çağı öncesi (hac ve umre turizmini saymazsak) Suudi Arabistan’da düzenli bir ekonomik faaliyetten ve istikrarlı bir gelirden bahsetmek neredeyse olanaksızdır. Öyle ki Suudi Arabistan’ın 1950’li yıllara kadar ekonomi bakanlığını yürüten Abdullah Süleyman, ülkenin tüm mali hesaplarını, akşam yatarken yastığının altına koyduğu siyah kaplı bir deftere sığdırabilmiştir.

2010 yılında başlayan Arap Baharı süreci Suudi Arabistan için çok büyük bir ekonomik maliyet ortaya çıkardı. Suudi Arabistan bir taraftan kendi kamuoyunun sadakatini satın almak için 130 milyar dolar sosyal yardım bütçesi hazırlamış, diğer taraftan artan güvenlik tehditleri karşısında ülkenin savunması için çok büyük savunma harcamalarına imza atmıştı. Öyle ki 2015 yılında 87 milyar dolar savunma harcamasıyla ABD ve Çin’den sonra savunmaya en çok para harcayan üçüncü ülke konumuna yükselmişti. Bu süreçte Suudi Arabistan bölge genelinde Mısır, Ürdün ve Bahreyn gibi müttefik rejimleri ayakta tutabilmek, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde giriştiği vekalet savaşlarında bozulan statükoyu geri getirebilmek için çok büyük bütçeler harcamak zorunda kaldı. Petrol fiyatlarının bugünkü düzeyi ve Muhammed bin Selman’ın öncülük ettiği, Hindistan’dan Fas’a kadar geniş bir coğrafyada, iddialı olduğu kadar da pahalı olan bu dış politika, yönetimi ekonomik olarak zayıflattı, başta Kral Selman olmak üzere yönetim çevrelerinde veliaht prense yönelik ciddi bir tepkiye yol açtı. Şaşırtıcı olan ise son sekiz yılda yüz milyarlarca dolar para harcamalarına rağmen, harcanan bu paraların Suudilerin güvenliğine çok az katkı sağlayabilmesi.

POLİTİK BAŞARISIZLIKLAR SUUDİLERİ İDDİALI POLİTİKADAN VAZGEÇMEYE ZORLUYOR

Son dönemde Muhammed bin Selman’ın bazı yetkilerinin elinden alındığına, yönetimden tecrit edildiğine dair Arap ve Batı basınında çıkan yorumlar, veliaht prensin ya da Kral Selman’ın kişisel tercihlerinden kaynaklanmıyor. Bu süreçte Muhammed bin Selman’a yönelik baskı, veliaht prensin ülkenin askeri/endüstriyel kaynaklarını aşan, ülkeye İslam dünyasında ve Batı kamuoyunda itibar kaybettiren aşırı iddialı ve maceracı politika yöntemlerinden kaynaklanıyor. Muhammed bin Selman gelecekte Suudi Arabistan kralı olacak mı bilinmez; ama son dönemde yaşananlar, yakın gelecekte Suudilerin iç ve dış politikalarında anlamlı değişimler olacağına işaret ediyor; özellikle de Cezayir, Sudan ve Ürdün’de yükselen sokak gösterileri ve başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’nun geri kalanında mevcut yönetimler aleyhine yükselen hoşnutsuzluğun “Arap Baharında ikinci dalga” olarak yorumlandığı şu günlerde, Suudilerin takip ettiği dış politikanın maliyeti ve riski daha da artmışken…

Tüm bu süreç boyunca yaşananlar Suudilerin hem ekonomik kaynaklarını tüketti hem de ülkeye Batıda ve İslam dünyasında itibar kaybettirdi. Son günlerde Muhammed bin Selman üzerinde oluşan bu baskı, ülkenin yaşadığı güç ve itibar kaybından birinci derecede sorumlu politik aktör olmasından kaynaklanıyor.

(AA)