GÜLCAN TEZCAN / gulcantezcann@gmail.com
Sosyal medyada özellikle tanınmış kişilerin ölümü sonrası kurulan cümleler, ölümle aramızdaki mesafenin ne kadar açıldığını gösteriyor. Fatma Barbarosoğlu'nun yeni kitabına 'Aslında O Ölmedi' başlığını seçmesi aslında tam da bu ruh halini özetliyor. Ölüme bakışımız ve hayatın bu en net, tartışmasız gerçekliğine yüklediğimiz anlam modernleşme ile nasıl değişti, dönüştü? Barbarosoğlu yaklaşık otuz yıllık bir süreci popüler kültürdeki yansımaları üzerinden yol alarak değerlendiriyor. Barbarosoğlu ile kitaba ve bu değişime dair merak ettiklerimizi konuştuk.
Ölüm üzerine ne zaman ve neden düşünmeye başladınız?
Sorunuzu akademik olarak ne zaman düşünmeye başladığımı söyleyerek cevaplayabilirdim. Günün modasına uyarak ben de çocukluğuma uzanarak başlayayım en iyisi. (Gülüyor.) Günümüzde ölüm çocuklardan saklandığı için çocukluğuma bilhassa gitmek istiyorum. Kendi yaşıtının ölümü ile karşılaşan bir çocukluk anısı. Sınıf arkadaşımızın kardeşinin trafik kazasında ölmesinin ardından yaptığımız eylem. 8-9 yaşlarında olmalıyız. Okulumuz Londra Asfaltı'nın kenarındaydı. Sait'in kardeşi karşıdan karşıya geçerken araba çarptı ve öldü. Alt geçit istiyoruz diye eylem yaptık. Zihnimde çok fazla asfalt ölümü kayıtlı. Sadece okulumuz değil, evimiz de Londra Asfaltı'nın kenarındaydı. Daha doğrusu bizi mahalleden ayıran bir Londra Asfaltı göçmenliğine mahkum olmuştuk. Pek çok hikâyemin acısına atmosfer olan sahne, daima Londra Asfaltı'ndan. Kadın, elinde karpuz karşıdan karşıya geçiyor. Yanında oğlu. Arkaya kalan oğluna kamyon çarptı. Kadın elindeki karpuzu yere attı. Feryat figan. Sanki kadının feryadı hâlâ kulaklarımda. O bahar sarılık hastalığından mustarip okuldan uzaktaydım. Bütün gün pencerenin kenarında oturuyor, caddeyi seyrediyordum. Çok ölümler seyrettim pencerenin ardından. Belki o yüzden hastalığımı bir türlü atlatamamıştım.
Yetişkin ölümü olarak aileden birinin ölümüyle ilk karşılaşmanız ne zaman oldu?
Kendimi bildikten sonra aile içinde ölüm ile ilk karşılaşmam dedemin ölümü ile oldu. Dedem kanser hastasıydı. Uzun sürmüş bir ölüm. Beklenen ölüm. Orta birinci sınıftaydım. Annem iki küçük kardeşim ile birlikte memlekette dedeme bakıyordu. Aylar sürdü bu bakım. Dedemin ölümü ağabeyim ile benden saklanmış. Öğrendiğimizde dedem öleli günler olmuştu, yemek sofrasındaydık. Ne tepki vereceğimi bilememiştim. Bir iç boşalması. "Ölenle ölünmez" nasihatinin anlamını kavramak için çok erkendi. Gidenin arkasından anlatılan hayat sahneleri. Hatıraların dünden kopup bugüne gelmesi. "Sıralı ölüm" tesellisi. Annemlerin "hayırlı evlat" olarak gereken ihtimamı göstermiş olduklarına dair şükürleri... Beni daha ziyade "sırasız ölüm"ler etkiledi. O sırasız ölümlerin taziyesini verememenin, insanın içinde açtığı boşluk... Ekran ölümlerine tanıklık, taziyesi verilmemiş ölümler olarak çalışma sahama dahil oldu.
Bu kitabı oluşturan yazılar nasıl bir izlek sonucu ortaya çıktı?
Modernleşmenin gündelik hayat üzerindeki etkilerine dair yıllardır düşünüyorum, çalışıyorum. Medyanın ölüm haberlerini magazinleştirmesine dair ilk dikkatim Kumkapı Cinayeti ile başladı diyebilirim, Temmuz 1995. O sıra doktora tezimi henüz tamamlamıştım. Katil, bir film yıldızı olarak inşa edildi, maktulün karısı pavyona düşürüldü. "Kumkapı Cinayeti"ni işleyen, adi bir suçlu profilinden çıkarılarak "hayat tarzı mücadelesi" kahramanına dönüştürüldü.
28 Şubat'ı sadece kılık-kıyafet üzerinden okuduk. Okumaya devam ediyoruz. Oysa 1990'ların ölüm haberlerinin verilişine odaklandığımız zaman "hayat tarzı savaşı"nın ölüm ve cenaze törenleri üzerinden çok çarpıcı bir şekilde yürütüldüğünü görüyoruz. Zincirlikuyu Mezarlığı'na yazılan "Her nefs ölümü tadacaktır" ayet-i kerimesi için yapılan tartışmaları hatırlayalım. Neredeyse bütün bir yaz sürdü, konu ile ilgili olarak görüş beyan etmeyen köşe yazarı kalmadı. Ortak tema "Bu cümle hayat enerjimizi söndürüyor." şeklindeydi.
Akıllı telefonlar ile beraber "cenaze selfisi" modası başladı. Dolayısıyla, olmakta olanın kaydını tutarak ölümü idrak edişimiz üzerine bir bellek oluşturmaya niyet ettim.
"Sekülerleşmenin sondan bir önceki durağı ölümün evcilleştirilmesi" diyorsunuz. Neden ölümü evcilleştiriyoruz, korktuğumuz için mi?
"Evcil ölüm" tabirini P. Aries kullanıyor Batı'da Ölümün Tarihi adlı kitabında. Aries, "evcilleştirilmiş ölüm"ü anlatırken hasta yatağının "kamusal mekan" olarak tasvirlerine değiniyor ve komşu ve akrabaların, çoluk çocuk ölmekte olan hastanın son anına tanık oluşlarına dikkat çekiyor. Tıbbi teknoloji desteği ile yeni bir ölümün evcilleştirilmesi safhasına gelindi: Tıbbı destekli intihar. Tıbbi destekli intihar talep etmiş kişi de ne zaman öleceğini biliyor, ona bu ölüm anında eşlik edenler de onun bir kaç dakika sonra öleceğini biliyor. Ama bu, geçmişin öleceğini bilen, kaderine teslim olmuş insan davranışı değil, ölümünün nerede, nasıl olacağını tercih ve tesbit etmiş olan bireyin, kurumsal bir şekilde kendi ölümünü evcilleştirmesi...
Ölümü hayatın dışına itmemizin nedeni nedir?
Ahiret bilinci zayıfladıkça ölümden daha çok korkuyoruz. Ama bu yeni bir şey değil. Her zaman böyleydi. Yeni olan, ölümden korkmamak için tıbbi destekli intihar paketlerinin hizmete sunulmuş olması. Diğer taraftan liberal ekonomi, "şov devam ediyor" ilkesi ile yürür. Korku kapitalizmi, kendi denetleyebildiği korkuyu kitlelere zerk eder. Kadim korku, yani "dün doğduk yarın öleceğiz" idraki, tüketim kültürü için istenmeyen bir durumdur. Dünyada milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş Covid 19 haberlerinin başlangıcının ve bitişinin alış-veriş üzerinden haberleştirilmesi tesadüf değil. Çin'de karantina kalkınca dünyada Çin'e dair ilk yapılan haberin "intikam alışverişi" haberi olması tesadüf değil.
HAYATIN TIBBİLEŞTİRİLMESİ 'ÖLÜM'Ü DE KUŞATTI
Hastanede ölmek, ölümü tıbbileştirmek nasıl bir gidişin sonucu?
Son nefesinde yakınını hastaneye kavuşturmak arzusu günümüzde çok yaygın bir durum. Aksi neredeyse mümkün değil gibi. Değişimi anlamak için davranış kodlarını zaman içinde gözden geçirmek gerekiyor. Gözden geçirirken ilk soru, "Bu her zaman böyle miydi?" sorusu. Yüzyıl önce insanlar hastalarının öleceğini bildiği halde hastaneye götürmezdi. Tam tersine, hayatından umut kesilmiş hastalar taburcu edilirdi. Yüz yıl önce sadece kimsesizler ve fakirler hastanede ölürdü desem, günümüz insanı oldukça şaşırır. Hastanede ölen bedenler kadavra olarak doğrudan hastaneye ait sayıldığı için hastanede ölmek bir kimsesizlik belirtisi idi yüzyıl önce. Günümüzde, ölüm döşeğindeki hastayı son nefesinde hastaneye yetiştirmek, ihtimam göstergesi olarak kabul ediliyor.
Merhumun ardından sorulan ilk soru, "Hastaneye yetiştirilememiş mi?" oluyor çoğunlukla. Bu durum, hayatın aşırı tıbbileştirilmesinin ve tıbbi otoritenin, tıbbi ekonominin hayatın her alanını ele geçirmiş olması ile alakalı büyük ölçüde. Dolayısıyla merhumun evinde ölmek, son nefesini asla hastanede teslim etmemek gibi bir vasiyeti olsa bile yakınları buna pek riayet edemiyor. Çünkü hasta yakınları son anında hastaneye yetiştirememiş olmaktan dolayı yargılanmaktan, ayıplanmaktan korkuyor. Böyle olunca ölümler daha ziyade hastanede gerçekleşiyor, "ölü çıkan evler"in sayısı giderek azalıyor.
İnsan ölümsüzlük için her çağda çare aradı. Bugünkü ölümsüzlük arayışını farklı kılan nedir?
Ab-ı hayat suyunu içerek ölümsüz olmak, her faninin hayali. Bu hayal masallar, efsaneler ile çağlar boyunca beslenmiş. Masallardaki ve destanlardaki ölümsüzlük bir kişiye mahsus bir ölümsüzlüktür genellikle ve onun ölümsüz olmasından dolayı yalnız kalışına da dikkat çekilir. Mesela çocuk kitabı olarak yayımlanan "Ölümsüz Aile" kitabı. Bütün akranlarını, tanıdıklarına kaybetmiş aile, vebalı gibi hiçbir yerde aidiyet kurmadan yaşamaya mahkumdur, ölümsüz olduklarını saklamak zorundadırlar. Günümüzün "ölümsüzlük stratejileri" ise biyo-kimyasal destekler ile "yaşlanmayan ve ölmeyen bedenler" vaad ediyor. Bu vaadin beslediği bir sağlık ekonomisi söz konusu.
Hayat, zamanın para ve güç olarak başrolde olduğu In Time filmine doğru yol alıyor: "Parası olanlar bedenlerini 25 yaş tazeliğinde koruyarak çok uzun süre yaşayabilirler, parası olmayanlar ise zamanlarını zenginlere kaptırdıkları için ölürler."
DİZİ FİLMLER TUTUMLARI DEĞİŞTİRİR
Ölüm algısının değişimi konusunda popüler kültür ve diziler nasıl bir rol oynuyor sizce?
Bu konudaki dikkatim 1990'lara uzanıyor. Süper Baba dizisi (1993-1997). 1970'lerde TRT ekranında bir filmdeki rahip sahnesine itiraz eden Türk seyircisi, 1990'larda dizi film üzerinden gelen "kaza ve kadere isyan" bahsini hiç dikkate almadı. Süper Baba dizisinde, Fiko'nun ölüm ile cedelleşen sevgilisi için mahalleli el ele tutuşarak bir enerji oluşturdu ve gitmekte olanı adeta geri döndürdü. Dizinin bu sahnesi ile ilgili olarak sıcağı sıcağına yazdım. Gündelik siyaset üzerine değil de bir dizideki bir sahne üzerine yazılar yazmam, o dönemde garip bulunmuştu.
Dizi filmler tutumları değiştirir. Tutumlar zamanla davranışları değiştirir. Günümüz dizilerinde cenaze törenleri önemli bir yer tutuyor. Ama ahali pek ilgilenmiyor bu sahneler ile. Mesela kabir başında Hoca Efendi'nin Amentü okuması hiç eleştiri konusu yapılmadı. Senaristlerimiz topluma çok uzak olunca... Herhalde şöyle düşündü: "Hep Yasin okunuyor. Ben bir fark yaratayım."