ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr
Beril Çuhadaroğlu; ürün tasarımcı, iç mimar ve sahne tasarımcısı... Ama ona göre tüm bunların kendisindeki karşılığı görsel hikâye anlatıcılığı. Çok uzun yıllar Amerika'da yaşadıktan ve eğitimini orada tamamladıktan sonra aynı bölgede çeşitli şirketlerde deneyim kazanmış biri. Moda şovlarından davetiye tasarımına, bir etkinlikte görevlinin giyeceği üniformadan bir markanın logo tasarımına kadar, içinde tasarım barındıran her türlü konuda aktif olarak görev almış bir isim kendisi. Yakın zamanda rotasını Türkiye'ye çevirdi ve zihni dolu dolu İstanbul'a geldi. Burada da yapmak istediği çok şey var. İnsanların, markaların ve daha birçok şeyin 'hikayesini' anlatmak, görselleştirmek istiyor. Biz de yakın zamanda kendisiyle bir araya geldik. İşte Akşam Cumartesi için yaptığımız sohbetimizden öne çıkanlar...
İNSAN, MEKAN VE ÜRÜN ARASINDAKİ DİYALOĞA ÖNEM VERİYORUM
Bize kısaca kendinizden ve yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
Ciddi merak duygusu olan, hayal kurmayı, hikâye anlatmayı ve dinlemeyi çok seven biriyim. Bütün bunlar çocukluğumdan bu yana beni hayata karşı farklı alanlara itti. Farklı tasarım alanlarından farklı sektörlere... Amerika'da Art Institute of Chicago'da Endüstriyel Tasarım okudum. Pazarlama üzerine de yüksek lisans yaptım. Kariyerime bir endüstriyel tasarımcı olarak başladım. Bu nedenle ürünle insan arasındaki ilişki benim ilgimi çeker. Bu noktadan başlayan yolculukta ise fark ettim ki insanla mekân arasındaki ilişki de benim için önemli. Daha sonra mekanla insanları ve ürünleri bir araya getirdiğimde yarattığımız deneyimle ortaya birden fazla şey çıktığını fark ettim. Koku, ses, ışık, materyal, doku... İşte tüm bunların sonunda anladım ki ben hikâye anlatmak istiyorum... Gerçekten soru sormayı, araştırmayı çok seven biri olarak karşımdaki insanın ya da bir markanın hikayesini anlatmak benim en büyük ilgi alanım. Bu çok geniş bir alan. Endüstriyel tasarımla başlayan daha sonra iç mimarlık ile devam eden sonrasında ise sahne tasarımına uzanan bir süreç geçirdim. Los Angeles'ta 2-3 yıl iç mimarlık üzerine çalıştım. Bu süreçte daha çok otel, restoran, rezidans projelerinde yer aldım. Çalıştığım şirket antika ve vintage parçalarla çalışıyordu. Bu noktada 'Geçmişten gelen hikayeler günümüzde ne demek istiyor?' sorusu belirdi kafamda. Geleceğe anlatmak istediğimiz hikayeler nedir? Sonraki jenerasyonlara ya da bizimle gelmesini istediğimiz hikayeler nedir? İşte bu sorularla daha da büyümeye başladı deneyimim. Bütün bunlarla beraber geçtiğimiz iki yıllık süreçte sahne tasarımı projelerinde yer aldım. Moda şovları, film galaları ve benzeri etkinliklerin tasarımında çalıştım. Bu etkinliklerin her detayıyla ilgilendim, mobilya seçiminden panolarına, görevlinin giyeceği üniformadan davetiye tasarımına, kullanılacak renklerinden sembollerine kadar... Ve bunların hepsi benim için bir orkestra gibiydi... Zaman ilerledikçe belki çok daha spesifik bir alanı tercih ederim ama şu an ilgimi çeken şey doğrudan hikâyenin kendisi. 'Bir hikâyeye en doğru şekilde farklı elementleri kullanarak nasıl anlatırız?' sorusu...
İSTANBUL'DAKİ ÜRETKEN İNSANLAR BENİ HEYECANLANDIRIYOR
İstanbul'a neden döndünüz?
Burada başka bir şeyler var. Çok uzun yıllar yurtdışındaydım. Önce Chicago'da okudum, sonra Los Angeles'a taşındım. Ve benim için çalıştığım her şirket gerçekten bir okul bitirmek gibiydi. İstanbul'a her geldiğimde içinde bulunduğumuz dinamik ortamdan oldukça etkileniyorum. Hikayesini anlatmaktan korkmayan, soru sormayı bilen ve düşündüren bir nesille beraber ilerliyoruz. Böylesine aktif ve üretken insanlarla aynı ortamda bulunmak ve paylaşım yapabilmek beni heyecanlandırıyor. Türkiye'de sanat ve tasarımı bir araç olarak kullanarak önemli konulara ışık tutup pozitif değişimler sağlayabileceğimize inanıyorum. Tam da bu sebepten artık Türkiye'ye de tohumlar ekmeye başladım. Kolay olmayacağını bilsem de önümdeki yıllar ve yaşayacağım deneyimler için heyecanlıyım. Türkiye ile ilgili en büyük hedefim insanları bir araya getiren deneyimler ve mekanlar yaratmak.
TÜM YAPTIKLARIM HİKAYE ANLATICILIĞINDA BULUŞUYOR
Aynı zamanda marka danışmanlığı da yapıyorsunuz... Bu noktada sizin için en önemli şey nedir?
Bir markanın markalaşma sürecinde ilk odaklandığım şey hikayesi nedir, hikayesiyle anlatılmak istenen mesaj nedir, kitlesi kimdir soruları... Bunları eşleştirip bir hikâye oluşturduktan sonra bunu bir logo, paket tasarımı ya da bir ürün şeklinde dışa vuruyorum. Buna markalaşma ya da marka danışmanlığı denebilir evet. Fakat ben hikâye anlatıcılığı diyorum. Benim ilgi alanım daha çok tasarım ve pazarlama olduğu için bu ikisini birleştirdiğiniz zaman insan psikolojisi ile tasarımı da birleştirmiş oluyorsunuz. Kendime illa bir tanımlama yapacaksam ilerisi için buna sanat direktörlüğü demek isterim. Bugün bir sanatçıyım. Benim esas meselem hikâye anlatmak. Tüm yaptıklarım ve ilgi alanlarım bu noktada buluşuyor. Konsepti yaratan ve o fikri gerçeğe dönüştüren kişi olmak istiyorum. Kendimi bir kategoriye sıkıştırmak istemiyorum. Ama her şeyin temelinde görsel hikâye anlatıcılığım yatıyor. Hayalim bütün bu anlattıklarımı bir araya getirebileceğim bir kreatif ajans kurmak olur. Markalaşma, etkinlik yönetimi ve tasarımı, performanslar, şovlar hepsi bunun içine girebilir. Farklı sektörlerden insanları bir araya getirmek ve onlarla birlikte üretmek istiyorum. Birlikteliği güçlendirmek çok önemli.
TASARIMLARIM AYNI ZAMANDA İŞLEVSEL OLMALI
Peki sizin tasarım anlayışınızın özeti nedir?
Çok yalın değil ama zamansız bir tarzım var. Tasarımımda bir karakter olmasını çok seviyorum. Geçmişten ya da araştırdığım herhangi bir şeyden besleniyorum. Genellikle detayların bir araya gelmesi çok hoşuma gidiyor. Çok organik olmasını beklediğiniz bir tasarımda biraz daha keskin çizgiler kullanmayı seviyorum. Buna aykırılık da diyebilirim ama bir detayın bulunduğu ortamdan bağımsız olması demek değil istediğim. Uyum sağlıyor olması da çok önemli. Bütün bunlarla beraber tasarımlarımın işlevsel olması da çok önemli.
EN ÖNEMLİ ŞEY BİR TASARIMCININ KENDİ SESİNİ BULMASI
Genç tasarımcılara ne söylemek istersiniz?
En önemlisi bence insanın kendi tasarımsal sesini bulması. Yani bir tasarımcının toplumdaki yerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü tasarımcılar, mimarlar; kültürü, insanları yönlendiren kişilerdir. İçinde yaşadığım bir ev bile bir mimar tarafından tasarlandı örneğin. Hayatımızın her yerindeler. Bu nedenle ister istemez tasarımcıların yarattığı bir dünyada yaşıyoruz. Tabii bizim o tasarımla kurduğumuz ilişki üzerinden hayat buluyor her şey. Bu nedenle en önemli sorular şunlar: Ben bir tasarımcı olarak ne demek istiyorum? Mesajım diğer tasarımcılardan farklı mı? Bunlar çok önemli. Bu nedenle her tasarımcı kendi sesini bulmalı ve cesurca aksiyona geçmeli. Kararlarımızı ve bunların sonucundaki her türlü eylemi deneyim olarak algılamalıyız. Etrafımızdaki insanların kim olduğuna da dikkat etmeliyiz. Bizi destekleyen ve zaman zaman zorlayacak olan insanlarla birlikte olmalıyız. Ayrıca insanlar çok fazla sonuç odaklı düşünüyor ve ilerliyor. Bir ürünü tasarlarken dahi odak sonuç oluyor. Ama bu noktada deneyim sürecini kaçırıyoruz. Aslında bence bütün öğretiler ve ilişkiler deneyim sürecinde kuruluyor.
Babanız Nejat Çuhadaroğlu ile iletişiminiz nasıl peki?
Hikâye anlatmayı babamdan öğrendim diyebilirim. Çünkü yaptığı her işte, topladığı her antikada, yaptığı heykel ve minyatürde aslında geçmişteki bir olayı günümüze yansıtıyor. Görsel bir şekilde anlatıyor. Bir sürü detayı bir araya getirerek yapıyor bunu. Onu çok fazla gözlemledim. O çocuksu merak duygusu ve araştırma içgüdüsü hep babamdan aldığım özellikler aslında. O yüzden onun vizyonuna hep çok inandım ve çok saygı duydum. Belki ileride bir iş birliğimiz olur. Onun üzerinde çalışmalara başladık. Babamla birlikte yapmak istediğim projeler var, onun vizyonuna inanıyorum.